Uzakta olmanın katmerli acısını, her sabah uyandığımda şehrin kuru havasıyla beraber boğazımda hissediyorum. Mesai saatleri beni on metrekareye hapsetse de… Kendi işimde çalışmanın verdiği mutluluk ile sahra kadar geniş bir mekanda olduğumun bilincindeyim…
Bütün bunlar bir yana, O’ndan uzak olmanın farkındalığını neredeyse baktığım her insanın yüzünde tekrar yaşıyorum.
Dedikleri gibi de değil buraların soğuğu… Beni üşüten soğuk da değil esasında… Alıştığım mekanların tadını bulamayışımda hissediyorum belki de buraların soğuğunu iliklerime kadar… Tutamadığım elin sıcaklığını beynimde hissettiğim zaman üşüyorum donarcasına… Buraların sözde soğunda bereyi sırf o istedi diye takıyorum… Yoksa ne zaman taktığım görülmüştür ki kafama ondan başka bir şey?
Soğuk burada yalnızsan işler ancak… Sevdiğin yanında yoksa… Bir dost seni muhabbeti ile sarmamışsa üşürsün… Yoksa eksi yirmiler, otuzlar değildir seni üşüten… Burada soğuktan ancak yalnızlar ve kediler donar damdan dama atlarken…
Erkenden bembeyaz örtünün üzerine ilk izlerini bırakırsın… Şehire ben buradayım dersin… Karda iz bırakarak dersin “merhaba” tüm dostlarına… Bu şehirde hep birilerinin izinden gidersin ya da birileri senin izinden gider… Zorlanmamak için…
Üniversitenin bu şehre çok yakıştığını farkedersin… Yollar her sabah temizlenir çalışkan işçiler tarafından… Genellikle kaldırımların üzerinden ince bir şerit halinde mavi bir belirteçle çizilen bisiklet yolları, garip görünse de, her evin önünde bulunan bisiklet park yerleri, yüzüne modernliğin bir gülümsemesini kondurur… Beklemediğin bu diyarlarda… Gözünde yavaş yavaş değişmeye başlar şehir, üniversite sayesinde…
Her gün uzakta olmanın acı burukluğunu yaşasan da… Bir nebze teselli eder seni günübirlik yağan kar tanelerinin muazzam şekilleri…
Geçmeyen zaman, umudunla kavga eder… Umut kimi zaman bir bilet, kimi zaman kelimeler, kimi zaman notalar olur… Ve bilirsin ki, sayılı gün çabuk geçer… O’na kavuşmak için bir ayın geçmesi gerektiğini bilirsin… Neredeyse iki milyon beşyüz doksan iki bin saniyeyi teker teker sayarsın… Her hafta sonu bir hafta sonu daha gitti dersin… Yaşadığın günü saymazsın… Kendini kandırırsın, şafak sayarcasına… Kendini zaman nehrinin akıntılarına bırakırsın… Boğulsan dahi…
Sakladığın fotoğraflar seninle arkadaş olur. Bir fotoğrafa saatlerce bile bakarsın. Sanki bir fotoğrafa değilde filme bakarsın… Beynin o anının filmini, hayal perdesine yansıtır. Hem de en yüksek kalitede… Görürsün ama dokunamazsın… Unutursun odanda tek başına oturduğunu… Bir anlığına onunla beraber olursun… Fakat her film gibi o da biter… Bir bakarsın, perde üzerinde siyah arka plan; “oyuncular” bölümü, sen ve o…
Her gün daha da yaşlandığını farkedersin uzakta isen… Daha da geciktiğini her şeye… Herkes gibi yaşadığının farkına varırsın… Her günün sonunda, herkes gibi yapılacaklar listesine bir “tamam” işareti atarsın… Kavuşmak için… Aslında herkesin her şeye geç kaldığını görürsün, fakat umursamazsın…
Aynı zamanı yaşayıp, ayrı yerlerde olma ironisi sanırım bu evrenin bize sunduğu en büyük numara olsa gerek…
Kavuşmak için ise şimdilik en büyük şart, uzakta olmak…
Uzakta olmak…